Zorbalığın Kitabını Yazanlar
- Osman Birinci

- 1 Eyl 2021
- 5 dakikada okunur
Netflix'in yakın zamanda üyeleriyle buluşturduğu ve adından fazlasıyla söz ettiren, kendisini izleyenlere hayran bırakıp 'esprili' anlatımı sayesinde de “tüketilebilir içerik" olarak nitelendirilen Nasıl Zorba Olunur? Belgeselinden bahsetmek istedim. Belgesel anlatımı, dili ve kullanılan görsellerin akıcılığı ile (kurgusu) ön plana çıkıyor. Öyle ki küresel çapta hizmet sağlayan Netflix'in listelerinde üst sıralara doğru tırmanmış durumda. Popülerliği ise giderek artıyor. Bu mini serinin seslendirme tarafında ise çoğu kişi için tanıdık gelecek ünlü bir sima var. Son yılların en başarılı dizilerinden biri olarak gösterilen Game of Thrones'un Tyrion Lannister'ı Peter Dinklage. Kendisi aynı zamanda bu belgesel serisinin yapımcılarından biri olarak gösteriliyor. Peter'in karizmatik bir ses tonuyla ağzından dökülen sözcükler kulağa rahatça girmesi açısından ortaya çıkan eserin işini kolaylaştırmış olsa gerek. Ancak tam da burada önemli bir soru işareti var. Dökülen sözcüklerin doğruluk payları. İşte sorun da tam olarak buradan kaynaklanıyor. Son dönemin "gözde" Netflix yapımlarından biri olan bu mini belgeselin prodüksiyon ekibi futbol sahasında topun peşinde koşturan bir takımın futbolcu sayısı kadar. Bazıları birbiriyle ortak işlere imza atsalar da yine hepsinin hemen hemen benzer paydada buluştukları nokta ana akım kanallarla yaptıkları doğru bilgiyi aktaramayan veya aktarmaktan kaçınan magazinsel ortak proje çalışmaları. Showtime veya FOX gibi kanallarla ortak proje yürüten prodüktör kitlesinin tarafsızlığına aldanmak da zaten 21.yy küresel düzeninde oldukça komik karşılanırdı.
Gelin şimdi bu belgesel ekibinin kimlerden oluştuğuna biraz bakalım. Öncelikle teveccüh gösterip bu değerli işte 'çorbada tuzum olsun' mantığı ile gönüllü olarak söz alan kişilerin kim olduklarından başlamak da daha doğru olur. İlk olarak gözlerini kocaman açarak heyecanlı biçimde sahip olduğu bilgileri maymun iştahıyla paylaşan kişi ile başlayabiliriz. Guy Walters ile... Kendisi zihninizde muhtemelen röportaj verirken yudumladığı "Karamel Şuruplu Starbucks Kahvesi" ile yer edinmiş olabilir. Ama bu tavrının dışında kendisinin başka hünerleri de mevcut. Mesela kendisi ekranları fazla seven tarihçilerden. Kamera karşısına geçmeyi kendisine esas edinmiş birisi. Newcastle Üniversitesi'nde akademisyen olarak çalışıyor ve bugüne kadar İkinci Dünya Savaşı ile Naziler üzerine çalışmalar yürütmüş. Ancak belgesel özelinde bakıldığında (danışmanlardan biri olduğu düşünüldüğünde) Idı Amin'den Saddam Husseın'e, Fidel Castro'dan Mao Zedong'a kadar bilgisi var. Tabi ki bir akademisyen olarak, adlarını tarihe iyi veya kötü eylemlerle kazımış olan bu liderler hakkında bilgi sahibi olması gayet olağan. Ama akademik literatürde herkesin ilgili olduğu bir merkez noktası olmalı. Bu biraz da Osmanlı Tarihçisinin Avrupa Toplumu'nun tarihi hakkında vereceği bilgiler gibi bir şey açıkçası. Bu tabi tarih denilen geniş kapsamlı alana olan bakış açınızla ilgili bir durum ancak her tarihçinin çalışma alanı hakkında bölgesel yoğunlaşmaları olmalıdır. Bir insan her ne kadar araştırmacı da olsa, her konu hakkında her bilgiye tüm detayıyla sahip olma niteliğini taşıyamaz. Ayrıca bu projenin parçası olan akademisyenler özelinde bir hususa da değinmek gerekirse kendilerinin etik değerlere daha çok önem vermelerini beklerdim. Ancak Netflix, Discovery veya Nat Geo tarzında "sözde özgür”, “özde çıkar odaklı” platformlarda yorumlarına başvurulan bu 'değerli' isimlerden bunu beklemek bir yandan da çok naif kalıyor. Bu "tarafsız" belgeselin en komik sahnesi ise "değerli" fikirlerine başvurulan Madeleine Albright'ın yer aldığı bölümlerdi. Kadın, "demokrasi" vaadiyle dünyanın en çok sınır dışı operasyonlarına imza atan, bir çok masum insanın hayatını kaybetmesine, yurdundan zorunlu biçimde göç etmesine, düzeninin bozulmasına ve sevdiklerini kaybetmesine sebebiyet veren eli kanlı olduğunu herkesin kabul edebileceği Amerika Birleşik Devletleri'nin eski dışişleri bakanı... Görev aldığı dönemde ABD Ordusu Afganistan'a çıkarma yapmış ve günümüze kadar devam eden savaş iklimini, cihatçı terör örgütlerini daha da palazlandırarak sürdürmüştür. Ve bu "değerli" belgeselde kendisinin fikirlerine başvurularak "zorbalar" hakkında kendisinin fikirlerine danışılmaktadır. Hayatımda gördüğüm en ironik ve komik sahnelerden biri. İnsanların olası bilgisizliğinden yararlanıyorlar diyeceğim ama göze sokarcasına dalga geçildiği de su götürmez gerçek. Bir diğer güzide yorumcumuz ise yazar Andrew Sullivan. Kendisi de bir başka vaka diyebilirim. İngiltere doğumlu Sullivan Washington odaklı politik akım üzerine çalışırken belgeselde "Ortadoğu, Avrasya ve Afrika" için etkin bir bilirkişi olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca kendisi geçmişte belgeselin konusunun aksine cinsel seçimler ve homoseksüel birliktelikler üzerine kitaplar kaleme almış. Bu kendisinin üzerine araştırma yapıp kitaplar çıkarmayı tercih ettiği alan olabilir. En doğal hakkıdır da. Ancak belgeselde bilgisinin çok da üst düzey olmayacağını akademik geçmişinden anlayabileceğimiz bu kişinin ciddi bir alanda ve kitlesi oldukça geniş bir platformda fikirler beyan etmesi ne kadar sağlıklıdır ? Anlaşılan o ki Netflix ve prodüksiyon ekibi esprili dille süslediği akıcı biçimde kurgulanmış işiyle izleyiciye kasaptan ehliyet vermeyi amaçlamakta. Ama ben de size bir sır vereyim. Kapitalist sistemin bu şekilde ürettiği ve bir çok bilgi deformasyonunu içeren, hızlı tüketilebilir 'propaganda stratejisi' çoğu zaman için işe yarıyor (Buna en büyük örnek olarak soğuk savaş periyodunda sosyalist bloğa karşı yürütülen “özgürlük ve hürriyet” propagandasının batının nihai zaferinde en büyük pay sahibi olması gösterilebilir). Bir kişi bir alanda olması gerektiği kadar yetkin olmak zorunda değildir. Ancak bu mini seri özelinde de doğru ve gerçekliğin aksine, aktarılmak istenen mesajın nasıl verildiği önem taşıyor. Ayrıca verilecek mesajların zihinlerde yaratacağı kalıcılık elde edilebilecek en önemli başarı. Yani yaratılacak deformasyonun masaya sunumu kaliteli olursa tabağın sıyrılmaması söz konusu bile değil. Adolf Hitler de propaganda bakanı olarak atadığı Goebbels’e boşuna güvenmiyordu muhtemelen… Anlaşılan o ki batı dünyası takip eden yıllarda Naziler’in propaganda eylemlerinden de bir hayli etkilenmiş olacaklar ki sadece üst düzey Nazi üyelerini anti-komünist faaliyetlerde görevlendirmekle kalmamış, medyanın gücünü kanıtlamış Naziler’in elinden bayrağı teslim alıp günümüze kadar taşımışlardır.
Peki belgeselde kendilerinden pek bahsedilmeyen ama adı geçen bu "zorba figürlere" şu meşhur kurallarla süslenmiş, örneklerle maddelendirilmiş el kitabını armağan eden sessiz zorbalar kimler ? Belgeselde kendilerinden ufak bir sahnede bile bahsedilmiyor. Ama fikirlerine başvurulan konuklardan bir tanesi de bu "sessiz zorbaların" temsilcilerinden. Kendisinden de yukarda bahsettim zaten. Belgeselde şu meşhur sözde kitap sunuluyor, kitabın içeriği açıklanıyor, kitabı okuyanların nasıl yorumladıkları tanımlanıyor. İçerik hakkında okunup anlaşılması gereken tüm detaylar veriliyor ama kitabın yazarları üzerine hiç konuşulmuyor. Onu da açıklamak bu yazıda bana düştü sanırım. Bu kadar önemli olan bir konuyu hatta tüm anlatılanlar içerisinde bahsedilmesine öncelik verilmesi gereken bir detayı benim anlatmam, Peter Dinklage'in dikkatleri üstüne çeken ses tonu kadar çekici olmayacak haliyle. Bu da zaten okumanın izlemeye göre daha zahmetli geldiği insanlara haksızlık olacak, farkındayım. Ama birilerinin de buzdağının gözükmeyen kısmından bahsetmesi gerekiyor. Kim mi bu yazarlar ? Burunlarını dünyanın her yerine, çıkarları söz konusu ise rahatlıkla ve çekinmeden sokabilen. Sadece burnunu sokmakla kalmayıp, mevcut düzene de çomak sokan. Bölgenin düzenini kendi menfaatlerine göre oyun hamuru gibi yoğuran. Çıkacak karışıklıkların vebalini düşünmeyip, yürüttüğü başarılı iletişim kurgularıyla da yanlışı doğru aktaran sinsi ama bir o kadar da güçlü bir düzen aslında. Yani karşımızdaki yazarlar kişilerden oluşsa da hepsi bir düzenin sadece farklı tiplemeleri. Kısaca anonim demek de yanlış olmaz. Evet Amerika Birleşik Devletleri'nden ve piyonlarından bahsediyorum. Çektikleri her ihtişamlı filmi bize hür irademizle izletmeyi başarmasına rağmen yine bize "sonunda Amerikalılar kazanacak zaten" dedirten devletten…İdeolojik hırsından ve ekonomik merkezci çıkarlarından ötürü dünyada sistemi savaşlarla sağlayan, bunu “demokrasi ve barış” temennileri adı altında herkesin gözü önünde yapan devletten… Olası komünizm egemenliğinin verdiği korkudan ötürü dünyanın bir çok noktasında zalim ve anti-komünist diktaları silahlandıran, Vietnam’da üç milyon sivilin, Afganistan ve Irak’da da yarım milyona yakın insanın canını kaybetmesine sebebiyet verem bir devletten…
İşte bu maddi fonu belli belgeselin en komik tarafı da zaten tam olarak bu. İnanıyorum ki pek çok insan da bu mini diziyi izlerken, “yine hep kötü başkaları, ABD daima barış umudu” diye ironik biçimde söylenmiştir. Ancak yine de düşüncelerimi belirtip, kenara not düşmemin bir sebebi vardı ki o da bu belgeselin son olmayacağı ve dünya halklarının bu tarz yapıtlarla uyuşturulmaya devam edeceğine inanmamdan ötürüydü.












Yorumlar